Okunanlar

  • Intermezzo – Sally Rooney
  • Kayıp Şeyler Kitabı – John Connolly
  • Anayurt Oteli – Yusuf Atılgan
  • Habibi – Craig Thompson (Çizgi Roman)
  • Star Wars: The High Republic – The Balde (Çizgi Roman)

İzlenenler

  • Rogue One: A Star Wars Story – Gareth Edwards
  • Andor (Dizi)
  • Star Wars Episode I – The Phantom Menace
  • Sonunda – Resmiye Emir
  • Girl in the Basement – Elisabeth Röhm
  • Anora – Sean Baker
  • Görüşürüz Kaplumbağa – Selin Öksüzoğlu
  • Dilan Hakkında Konuşmalıyız – Umut Şilan Oğurlu
  • Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri – Murat Fıratoğlu

İç Eriten Sıcaklara Dair

9 Temmuz 2025 günü bedelli askerlik mesuliyetimi yerine getirmiş sayılarak Erzincan’da kışladan çıktım. 24 günlük pek çok açıdan zorlu geçen ve deneyim adına maalesef büyük bir hayal kırıklığı barındıran sürecin ardından Erzincan’a, insanın içini ferahlatan o muhteşem Munzur manzarasının altında meşhur dönerini yiyerek veda etme isteği vardı içimde. Fakat olmadı. 2040 kişilik bedelli celbinin tamamı terhis olduğu için dönercilerde yer bulmak zor. Ama Erzincan ve dönere dair küçük bir notum var. Kuşoğlu Döner, bölgenin meşhur franchise dönercisi ve AVM’lerde bulunabiliyor. Kesinlikle en son tercih edilmesi gereken yer.

Bölgede döner ve etin iyi olmasının tek sebebi dönercilerin etleri yerel yetiştiricilerden alması. Dolayısıyla daha lokal dükkanlarda et daha lezetli. İlk gittiğimde iki yerde yeme fırsatım oldu. Erzincan Döner ve Çınar Restoran. Çınar Restorandaki döner, hiç sentetik bir hisse sahip olmadan gerçekten hakiki yumuşacık eti pilavın üzerinde servis ediliyor. Yanına da açık ayran alıyorsunuz. Tavsiyem Çınar Restorandır. Erzincan Döner, bölgenin en meşhur dönercisi, ama Çınar’a göre daha iyi diyemem. Bir de üstüne ekstra kalabalık.

59. Havan ve Topçu Kışlası’nda güneş altında kavrulurken İstanbul’a geldiğimde karşılaşacağım şeyleri hayal edebiliyordum. Nefes aldırmayan sıcak, gündemin ve ekonominin boğuculuğuyla iç eriten bir hava. Öyle de oldu. Oturup çalışmayı imkansız hale getiren bir hava vardı.

Neyse ki tüm bu 2 ayın bana ufak bir faydası oldu. Daha rahat okuyup izleyebiliyorum. Bu ilk blog postunda okuyup izlediklerime dair kısa notları, onları unutmamak ve kendime not düşmek adına kısaca yazacağım. Belki hepsini değil. Olduğu kadar.

Neden Star Wars Takip Ediyoruz ve Neden Seviyoruz?

İnsanlar Star Wars’u sever çünkü o, destansı bir iyilik-kötülük mücadelesini, unutulmaz karakterleri ve hayal gücünün sınırlarını zorlayan bir evreni ustaca birleştirerek nesiller boyu süren bir umut ve macera masalı sunar.

Gemini 2.5 Flash

Bu gemini’nin cevabı. Bence eksik. Bu ay, çok övüldüğü için Andor dizisini izlemek istedim. Ben büyük bir Star Wars hayranı değilim. A New Hope (Episode IV) ve biraz da Revenge of the Sith (Episode III) haricinde hiçbir filmini gerçek anlamda, bir sinema perspektifiyle beğendiğimi söyleyemem. Yine de takip ediyorum. Muhteşem müzikleri ve dünyası için, yeni çıkan her işi çıktığı gibi olmasa bile bir şekilde izlemiş buluyorum kendimi.

Andor, şu ana kadar sinema ve tv için yapılmış Star Wars evreninde geçen işler içinde en iyilerinden biriydi. İşçilik olarak çok iyi, senaryo olarak bir dizi izleyicisinin aradığı her şeye sahipti. Cliffhangerlar, seyirciyi şaşırtan plotlar, zeki hissettiren sürprizler, sevilen ve merak edilen karakterler…

Böyle olunca o dünyaya tekrar girme isteğiyle, hemen sonrasındaki filmi ve evrenin erken dönemlerine dair The High Republic serisinden The Blade’i okudum. İsteğim çabuk son buldu. Çünkü Star Wars gerçekten de çok derinlikli değil. Karmaşık evren yapısı, ilginç karakterleri bir yere kadar götürüyor sizi. Geriye kalan, epik sürprizlerin heyecanı. O da sürekli tekrar edince bir esprisi kalmıyor.

Fakat başlıktaki sorunun cevabına gelecek olursak, Mimar Sinan’da okurken okulda bize izletilen filmlerden biri de A New Hope’tu. Ardından Sami Şekeroğlu sınıfa bir soru sormuştu; “sizce Star Wars gerçekten neyi anlatıyor.”

Pek çok derinlikli, analiz içeren cevabın arasında hepsi doğruyken aslında özüne temas eden hiçbir cevap yoktu. Hoca sonra şöyle bir cevap verdi; “insanın içindeki isyancıyı keşfetme sürecini anlatıyor.” Bu kadar basit. Star Wars evrenini bu yüzden seviyoruz. Lucas’ın Campbell ile arkadaşlığının ona kazandırdığı en büyük şey (tüm hayatı ve serveti hariç) kişinin kendi gölgesiyle savaşması fikrini içselleştirmek oldu. Luke Skywalker sadece bir monomit kahramanı değil. Star Wars’u seviyoruz çünkü tüm çatışmaların özünde yer alan en güçlü çelişkiyi çok iyi bulmuş ve suyunu çıkarmış bir evren. Her şeye ve en başta kendimize karşı gelerek, olmadığımız biri olmanın, bir isyancıya dönüşmenin ve böylece bizi ayaklarımızdan tutup çeken gölgeden kurtulmanın hikayesi. O evrende geçen tüm hikayeler de bu temel üzerine kuruluyor. O yüzden estetik olarak sevmesek bile hepsi kendini sonuna kadar izletiyor ve hepsinde bir şeyler hissediyoruz.

Intermezzo – İyi Bir Yazarın Elinden Çıkan Vasat

Rooney, bu kitabıyla Normal People’da yarattığı modern insan ilişkileri dinamikleri dünyasını geliştirmeye devam ediyor. Ancak, baştan sona göze çarpan basit bir sorun var: karakterler ve çevreleri ortalama bir okuyucu için yeterince ilgi çekici değil. Olayların kendisi de aşırı sıradan hissettiriyor. Öte yandan Peter, anlatı dünyalarında görmeye belki de çok alıştığımız bir karakter; sanki bir Rus klasiğinden fırlayıp günümüze gelmiş gibi. Dostoyevski’nin karakterlerine benziyor ama Batılı bir ahlak anlayışıyla çözüme ulaşıyor.

Buna rağmen, zaman zaman, sıradan insanlar hayat yolculuklarında yoğun duygularla savaşların ortasında kaldıklarında, Rooney dili o kadar büyüleyici kullanıyor ki, kendinizi kaybedip kaç sayfa okuduğunuzu unutuyorsunuz. Ve kapağı kapattığınızda, kendinizi kendi karakterinizi yaratırken, Sally Rooney’nin kaleminden kendinizi okurken buluyorsunuz. Rooney kesinlikle her kitabı okunması gereken bir yazar. Ancak Intermezzo, beklentilerimi tam olarak karşılamadı.

Şöyle bir hisle ayrıldım kitaptan. İyi ya da vasat, eğer bir yazarsanız ve mesleğiniz buysa, yazmalısınız. Rooney bu kitabı bu yüzden yazmış gibi. İçinden gelerek, gerçekten dert ederek değil. Mesleğini icra etmek için.

Habibi – Etkileyici Bir Çelişki

Aklıma pek çok fikir ve ilham getiren bu eseri okuduğum için çok mutluyum. Bengi’ye hediye olarak almıştım ama bir türlü veremediğim için önce ben okuyayım dedim.

Habibi, Dodola ve Zem(Ham)’in rahatsız edici aşkını korkunç bir oryantalizm sosuyla anlatıyor. Muhteşem çizimlerinin yanında oldukça cesur da bir anlatı dili kurmuş. Binbir Gece Masalları, Sahih Buhari, Kuran-ı Keirm, Kahraman’ın Yolculuğu ile birleşiyor. Anlatı sürekli değişiyor ve sizi beklenmedik yerlere sürüklüyor.

Kitap üzerine düşünürken, aklımda en çok yer eden şey, insanların pratik ettikleri ya da etmedikleri fakat inandıkları inançlarını aslında bir anlatı kültürü olarak benimsemiş oldukları gerçeğini ne kadar çabuk unutuyor olduğumuz. Çocuklar, bebekler, ergenler anlatıyla ilk tanışmaları her zaman dini bir hikayeyle olur. Yusuf’un kuyuya atılışı, İsmail’in kurban edilmesi, Muhammed’in mağarasına örümceklerin ağ örmesi ya da İsa’nın çarmıha gerilmesi. Daha basitinden, kul hakkı yiyenlerin cennete kabul edilmeyeceği. Bu tarz söylemlerin akılda canlandırdığı şeyler basit birer hikaye. Cennetin kapılarında sıra bekliyorsun, sıra sana geliyor, içeri kabul edilmiyorsun, sen benim kim olduğumu biliyor musun diye soruyorsun. Biliyorum diyor ve cehenneme düşüyorsun.

Bir anlatıcı, hedeflediği toplumun inançlarından bağımsız anlatılar kurmamalı.

Kısa Filmler

Sonunda – Resmiye Emir

Sonunda geçen yıldan merak ettiğim bir filmdi. Mubi’de görünce izlemek istedim. Ütü yaparken izlemeye de uygundu. İki karakterin bir haftasonu akşamı Kadıköy’den Kurtuluşa gitme çabasını anlatıyor. Hem anlatı diline hem de biçime dair heyecan verici bir şey barındırmasa da küçük imkanlarla bugüne dair şehirli bir dert anlatma çabası hoşuma gitti filmde. Daha sonra birkaç kişiyle hakkında konuşmak istedim, pek karşılık bulmadı. Sanırım hala bu anlatılar yeterince ilgi çekici gelmiyor.

Fakat İstanbullular olarak en büyük derdimiz olan ulaşımın psikolojimize, kişiliğimize ve gündeliğimize ne kadar etki ettiğini biliyoruz. Buna rağmen bu konuda hiç film olmaması enteresandı. Şimdi bir tane var işte. Taksi bulamamanın, alakasız anlarda iptal edilen toplu ulaşımların, bir yerden bir yere gidemeyince hissedilen kapana kısılmışlığın iyi bir anlatısı. Film boyunca karakterlerin sohbetlerindeki buradan taşınmak ya da taşınamamak da bugüne çok ait bir dert. Filmin finali hiç tatmin etmese de, film boyunca yaşanan muhabbetleri takip etmek ve o muhabbetlerin katmanlı oluşu takdir edilesi. Yönetmenin ilk filmi sanıyorum. Erkek yönetmenler ilişki filmi yaptıklarında kadınları yüzeysel bırakma hatasına düşerler ya. Resmiye Emir de ilişkideki karakterlerden erkek olanı biraz yüzeysel bırakmış. Kadının görünümüne yaşamına ve kendine dair özgüvensizliğiyle hayata dair öfkesini film boyunca çok iyi hissederken, erkek sadece bir kum torbası vazifesi görmüş. İlk film için, cesur bir giriş.

Görüşürüz Kaplumbağa – Selin Öksüzoğlu

Berlin’deki açılışından beri merak ettiğim ama yine aynı sebepten çok da umutlu olmadığım bir filmdi Görüşürüz Kaplumbağa. Köyünden izinsiz kaçarak yurt dışında müzisyen olmaya çalışan bir genç kadının köyüne geri dönüşünü ve yolda karşılaştığı küçük bir kız çocuğuyla macerasını muhteşem karadeniz manzarası eşliğinde anlatıyor.

Film beni şaşırttı. Yine bir ilk film ama böyle ilk filmleri görünce sanatın şansla var olan doğasına daha çok kızgınlık duyuyorum. Öte yandan da iyi bir film izlemenin insana getirdiği yaratma isteğini tekrar hissediyorum. Hakikaten iyi iş. Her şeyden önce ustaca bir işçilik var. Ekibin tamamının profesyonellerden ve avrupalılardan oluştuğunu görünce, yönetmenin özgüvenine de gıpta ediyoruz. Fakat yönetmeni de belki yabancı olarak kodlamak daha doğrudur. Karakterler arası duyguları, öfkeyi, kaybolmuşluğu yalnızlığı ve yalnızlıktan korkarken bir yandan da onun konforundan kaçamamayı çok iyi ve estetik bir biçimde anlatıyor. Gerçekten başarılı.

Dilan Hakkında Konuşmalıyız – Umut Şilan Oğurlu

Hem kadrosuyla, hem anlatı biçimiyle hem de hakkında söylenenlerle çok umutlu olduğum bir filmdi. Görüşürüz Kaplumbağa’nın aksine, bu filmin beklentimi tam karşıladığını söyleyemem. Kendini var edememiş kişilerin, yok olan hayalleri üzerine bir mockumentary fikri hala çok etkileyici. Filmden sonra bile bu fikri bulduğu ve uygulamaya geçirdiği için yönetmeni takdir ettim.

Gelgelelim uygulama fikir kadar başarılı değil. Olayın imkanlarla ve bütçeyle de çok ilgisi yok. Film yer yer fazla espri yapma kaygısına düşerken sıklıkla da tercih ettiği biçimi taklit (The Office, What We Do in the Shadows) seviyesinin ötesine geçirmekte zorlanıyor. Güzel tarafı şu ki, bu biçimi hayal ederken, Türkiye’de, Türkçe konuşulan bir işte böyle bir biçimin asla yakışmayacağını düşünmüşümdür hep. Yanıldığımı göstermiş oldu. Biçimin kendisinde bir problem yok, uygulamanın özellikle ritmik olarak doğru yapılması gerek yalnızca. Bir de tabi oyunculukların doğallıktan uzaklaşmaması lazım. İyi oyuncuların olduğu anları izlediğimizde filmin tüm fikri ve duygu yoğunluğu bize yansıyor. Maalesef Sude Belkıs, hayranlıkla takip etmeme rağmen, oyunculukta tekliyor. Belki bazı yerler diyaloglarla ilgili ama yine de başarısız bir karakteri başarılı ve oyuncu olmayan birine oynatmak belki de iyi bir tercih olmamış. Kendi karakterini seviyor gibi durmuyor.

Fakat çok fazla olumsuz saydım gibi olmasın, filmi sevmedim değil. Beklentimi karşılamadı yalnızca. Pek çok yerde sesli kahkaha attım ve kendimi gördüğüm anlarda da düşüncelere kapıldım. Kıymetli bir iş yapmış Umut Şilan Oğurlu. Onun ötesinde yaklaşımını cesur ve vizyoner buldum. Hemen bir sonraki işinde bunun çok üstüne çıkacağını açıkça görebiliyorum.

Anora – Sean Baker

Bağımsız Amerikan Sineması’nın en etkileyici yönetmenlerinden olan Baker’ın Anorası sinemaya olan inancımı geri kazandırdı. Olağanüstü bir iş. Başyapıt.